Fotoğraf: Cemal Emden

Fotoğraf: Cemal Emden

Fotoğraf: Cemal Emden

Fotoğraf: Cemal Emden

Fotoğraf: Cemal Emden

Fotoğraf: Cemal Emden

Fotoğraf: Cemal Emden

Fotoğraf: Cemal Emden

Söyleşi: Nilüfer Şaşmazer

Sevgili Nermin, Kahve Dünyası’nın hayata geçirdiği, türlü sanatsal projelere açık bir kamusal alan olan Yanköşe’nin ilk sanatçısı sen oldun. Bu alanda çalışma deneyimi hakkında ne söylersin? Proje için seçildiğinde neler geçti aklından?

Öncelikle kamusal alan için bir proje yapma fikrinin beni heyecanlandırdığını söylemeliyim çünkü bu sene davet edildiğim Cappadox festivali haricinde bu tip bir projeyi neredeyse ilk kez yapıyorum. O festivalde de insanlarla etkileşime geçen heykeller yaptım. Ancak tabii iki proje arasında bir fark var; o da Cappadox’taki çalışmanın bir şekilde sergi izleyicisiyle buluşmak için tasarlanması, yani festival dahilinde üretilmesi. “Tek Göz Oda”nın ise muhatabının tam da sanat izleyicisi olmayan insanlar olması, kamusal alanda beklenmedik bir anda karşına çıkması, bambaşka insanlarla karşılaşma fırsatı yaratması beni heyecanlandırdı. Bir şekilde oradan geçen tüm insanları yakalayan, ortak bir duyguda buluşturan bir iş yapmak istedim.

Sana verilen yaklaşık 260 metrekarelik bir alan vardı. İşini kurgularken hangi aşamalardan geçtin? İlk aklına gelen fikirle gerçekleştirdiğin proje arasındaki süreçte nasıl evrildi her şey?

Yanköşe ismi etkili oldu; tabii görsel sanatçı olduğum için o köşe formuna denk gelebilecek görsellikte projeler düşündüm. Öncesinde bu formdan etkilenen projeler geldiyse de aklıma, bu alanın hem insan hem de araç trafiğinin çok yoğun bir şekilde aktığı bir caddenin üstünde oluşu, bana formdan ziyade fikri önemsemem gerektiğini hatırlattı. Bu fikir de bir şekilde insanları yakalasın istedim. Diğer yandan madem insanların sanat görmeyi ummadığı bir noktada yapılan ilk çalışma olacaktı; o nedenle belli bir aşinalık yaratmak adına da düşünülmüş bir proje yapılması önemliydi.

Dediğin gibi burası çoğunlukla insanların transit geçtiği bir yer; bir rekreasyon alanı ya da park değil; sanatla buluşmak için tasarlanmış bir alan da değil… Kuş fikri bu çerçeveye hangi noktada oturdu?

İlk fikirlerden biri bölgenin o gri dokusunu bozmak, renkleri öne çıkarmaktı. Uzaktan ya da yakından baktığınızda gördüğünüz farklı tonlardaki yan yana gri duvarlardan oluşan bir yüzey çünkü burası. İkincisi de, özellikle son zamanlarda hissettiğimiz fiziksel, ruhsal ve duygusal yorgunlukların bir kısmının birlikte yaşamakla ilgili tahammülsüzlüklerden çıktığı fikriydi.

Bununla sadece birlikte yaşamakta zorlandığımız insanları değil, hayvanları da kast ediyorum. Aynı bizim gibi, yaşama hakkına sahip türlü canlı var ve sonuçta aynı şehirde yaşıyoruz. Bana verilen alan bir duvar olduğundan ve bu duvarın da belirli bir yüksekliği olduğundan; bakmaktan kişisel olarak çok hoşlandığım kuşları oyuna çağırmak istedim.

Çok bildik bir ikon olan kuş yuvalarını oraya taşıyarak tekrarla pekiştirilen renkli bir patern yaratmak ve orayı sadece renkle değil, sesle de görünür ve duyulur kılmak arzusuydu aklımdaki.

Başta kendi aramızda bir espri olarak “kuşlar için toplu konut” demiştik bu fikre.

Bir anlamda öyle. Ama betonlaşan şehrin büyük bir alanını kaplayan toplu konutlar her zaman o kadar sevimsiz olmak zorunda değil aslında bence. İş bu küçük espriyle başladı ama bu yerleştirmeyi gerçekten kuşlar için bir toplu oturma alanı olarak düşünebiliriz.

“Tek Göz Oda” aslında isim olarak çoğulcu bir yapıdan ziyade kendine ait bir oda fikrini çağrıştırıyor gibi.

“Tek Göz Oda” bence kendine yetebilmekle ilgili bir ifade, genelde de çok fakir aileler için kullanılır: “Altı kişi tek göz odada yaşıyor” gibi… Şu anda o odayı da bulamayan insanların olduğu bir dönemde olduğumuzdan fikir buradan da beslendi aslında. En temel ihtiyaçlarımızdan biri barınma, hayatını idare ettirebilmek için başını sokacak bir yer.

Diğer yandan bu projeyi en başta düşünürken şu aklıma geldi; bu iş kışa denk gelecek. O yüzden de vesile olabileceğim bir imkan varsa o da belki birilerine küçük bir barınak olabilir. Kış gelince ben gerçekten karalar bağlıyorum genelde; sokak hayvanlarını aklımdan çıkartamıyorum. Piyangodan para çıksa ne yapacağım belli! O yüzden de aklımdaki ilk cümlelerden biri buydu. Belki yaza denk gelseydi proje değişebilirdi.

Prodüksiyonda süreç nasıl ilerledi? Üretim aşamasında neleri dikkate aldın?

Daha başından bunun devamı getirilebilecek bir proje olduğunun farkındaydım. Projenin yapılacağı kesinleştikten sonra ise madem böyle bir prodüksiyona giriyoruz ve madem o evleri inşa edeceğiz, o zaman bunları proje ertesinde de hayatlarına devam edebilecekleri şekilde yapayım fikriyle küçük araştırmalar yaptım. İlk iş Eminönü’ne gittim ve oradaki bütün kuşçularla konuştum. Fazla konuştuklarımdan küçük evler satın aldım. Bu konuşmalarla hem yuva yani kapı deliklerinin ölçeklerini hem de taban genişlikleri ile evin yüksekliğini belirledim.

Daha sonra İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden hocalarla konuştum. Onlara projeden bahsedip birtakım bilgiler aldım. Evlerin üretimi sırasında da ahşabı kimyasal olmayan tekniklerle birleştirip en az zararlı boyaları kullanarak finişini yaptık. Olabildiği kadar dikkat ettik gerçekten.

Tabii hepsinden önemlisi, bu, Yanköşe’de altı ay boyunca kalacak bir çalışma. Önümüzdeki bu altı ayın kış olması evlerin üretimindeki kimi detaylara da dikkat etmeyi gerektirdi, kuşların kışı rahat geçirebileceklerini umduğum evler inşa ettik.

Bu altı ayın sonunda, tam kuşların yavrulama mevsimine denk gelen bahar ayında evleri Orman Fakültesi’ne bağışlayacağım ki sonrasında yeni yavrular yapabilecekleri hayatlarına devam etsinler.

Projeyi değerlendirme sürecinde de akla gelen bir noktaydı bu evlerin kesinlikle atık hale gelmemesi; aksine, şehrin başka noktalarında hayatlarına devam etmeleri.

Tabii zaten burada amaç sadece kuşlara bir hizmet sunmak değil. Oradaki 120 kuş evi de bir şeye işaret etmek için oradalar: Esas konu, kuş evleri üzerinden, şehri paylaştığımız tüm diğer canlılara yaklaşımımız.

Projenin en önemli noktası zaten birlikte yaşama kavramı; gerek doğadaki diğer canlılarla, gerekse diğer insanlarla…

Kuşların varlığına işaret etmek tabii ki o anlamda sembolik bir önem taşıyor. Hep birlikte beraber yaşamanın yollarını bulmamız gerekiyor çünkü çok çeşitliyiz. Burada asıl vurgu o. İnsanlar elbette ilk baktığında kuş evlerini görüyor, kuşları düşünüyorlar ama “Tek Göz Oda” beraber yaşamanın yollarıyla ilgili bir önerme. En azından birlikte düşünmek için bir başlık. Yani görünürün altında daha kapsamlı bir fikir yatıyor.

Farklı renklerle çeşitlilik vurgusu yapmak da önemli, sonuçta tek bir renk de kullanılabilirdi.

Farklı renkler olduğumuz için böyle yapmak daha anlamlı geldi; yoksa biraz fazla grafik bir anlatıma gidecekti. O da güzel olurdu eminim ama onu istemedim. Daha davetkâr olsun; işin içine oradan geçen herkes dahil olabilsin ve dahil olanları da gülümsetebileyim istedim. İşlerimle insanlara bu şekilde dokunmayı seviyorum. Yapacağım proje ne olursa olsun bu dokunuş mutlaka olacaktı zira zor zamanlardan geçiyoruz ve buna ihtiyaç var. Hakikaten yeşile, doğaya muhtaç insanların oradan geçerken gayriihtiyari çıkardıkları sesler, nidalar, gülümsemeleri; hissettiklerinin dışavurumu, mutluluklarının işareti ve o hasretin bir sembolü aslında. Bu da doğru yolda olduğumun bir işareti benim için.

Duvara yerleştirilmiş kuş evlerine eşlik eden bir de ses yerleştirmesi var ki o da son derece önemli bu iş için. Sesi yalnızca dikkat çekici bir unsur olarak mı dahil ettin?

Bu da yine benim doğayla olan ilişkimle, doğaya ilgimle bağlantılı. Küçükken büyük bahçeli bir evde büyümüş olmanın verdiği hoşluklardan biriydi doğayla iç içe olmak. Kuşlarla, kedilerle, köpeklerle çok fazla zaman geçiriyordum ve sanki onların dilinden konuşursam daha rahat bir iletişim kurarmışım gibi taklitlerini yapıyordum. Genel olarak sesle kurduğum sıkı bir ilişki var. Sesi bir şekilde çok önemsiyorum, görme duyusu kadar kıymetli olduğunu ve temasının insanı çok kuvvetli etkilediğini düşünüyorum.

Bu projede ses kullanmamın nedeni ise o bahsettiğim gri şehir dokusundan ve araç seslerinden ayrılan bir unsurun, o yapının içinde kurgulandığında işi daha güçlü yapacağına inanmam oldu. Çünkü ilk etapta bazen köşeyi dönünce işi gören insanlar var, bir de gör(e)meyen insanlar var. Ancak ses olduğunda herkes mutlaka kafasını çeviriyor. Çünkü ses orada bir tür yaşam olduğuna işaret ya da yaşam olma ihtimalinin altını çizen bir unsur diyeyim. O yüzden de sesi kullanmayı çok istedim projede.

Şunu da belirtmek lazım, çok güzel kuş sesi taklidi yapıyorsun ve ilk fikir senin yaptığın sesi kullanmaktı ancak sonra vazgeçildi.

Evet, sunum dosyasına örnek olarak bir ses ilave etmiştim. İnsan kulağıyla dinleyince kuş sesine çok yakın bir ses çıkarabildiğimi biliyorum ama kuş lisanında tam olarak ne söylediğimi bilmiyorum. Kötü bir şey söylemiş olmak istemediğim için de sonradan gerçek kuş sesi kullanmaya karar verdim. Yaptığımız evler küçük kuşlar için tasarlanmış yapılar olduğundan, küçük kuşlara ait birtakım seslerin kayıtlarını bulup onlardan kısa editlemeler yaparak şu an orada duyduğumuz sesi tasarladım.

Peki çok daha öncesinden seni etkilemiş olan ya da projeden sonra dönüp baktığın kaynaklar var mıydı kuşlar hakkında?

Ben evde sürekli belgesel seyreden biriyim; doğa ve hayvanlar üzerine çok izliyorum. Örneğin “İstanbul’un Kuşçuları” belgeselini de seneler evvel ilk çıktığında izlemiştim. Herkes gibi çok etkilendim ama mesela “Kedi” filmi geldi ve ona da koşarak gittim. Bir şekilde coğrafyamızda varolan hayvan türleriyle çok ilgileniyorum. Doğa Derneği’nden çıkmış kuş kitapları çok eskiden beri vardır kütüphanemde ama ilgim özellikle kuşlar diyemeyeceğim kadar diğer hayvanları da kapsıyor.

Bu coğrafyada kuş figürü çok önemli, dinden edebiyata mitolojiden günlük hayata çok yüklü bir sembol… Tabii Osmanlı’daki kuş evleri de burada önemli bir referans noktası. Parmak kadar bir canlı için bir yapı inşa etme fikrindeki o incelikli düşünüşe bir saygı ya da geri dönüş de var bu projede.

Tabii kuş evleri o zamanlar mimarinin bir parçası olarak, henüz bina inşa edilirken yapılıyor. Ve çok süslü, göz alıcı bu evler. O anlamda gerçekten çok incelikli ve kıymetli bir davranış. Bu proje ona da gönderme yapıyor tabii.

Aslında kuş evi fikri sadece İstanbul’da değil; örneğin Kapadokya’da da meşhur güvercinlikler var. Belki başka coğrafyalarda başka örnekler de bulmak mümkündür. Kuş evlerinin yanı sıra Anadolu’da bazı evlerde kapının yanında, duvarın üzerinde yere yakın küçük delikler vardır. O da kedi deliğidir mesela. Orada eve giren fare, sıçan, böcek gibi hayvanları avladığı için kediye sıkça rastlanır ve eve rahat girip çıkabilsin diye bu delikler yapılır. Tüm Anadolu’da var mı bu gelenek bilmiyorum tabii ama Erzincan’da, bizim köyde var en azından.

Sence “Tek Göz Oda” önceki çalışmalarınla hangi ortak noktaları paylaşıyor? Ben ilk başta konstrüksiyon maketlerine benzer işlerinden yola çıkarak bir yerleştirme yapacağını düşünmüştüm. Konstrüksiyon yapmadın ama maket çalışma pratiğin olduğu için bir nebze benzerlik oldu sanırım sonuçta.

2015’teki kişisel sergimde sadece şehirden sahneler yapmıştım hatırlıyorsan. Bir şekilde yaptığım işte minyatürleşme, maketleştirme eğilimim var; evet. Bu projede de bulunduğu ölçekte evlerin büyüklüğü, yerleşimi ve algısı yine o mekanın maketine bakarmış gibi bir his yaratıyor izleyicide. Aslında insanları içine çeken ve gülümseten de bu bence. Bu aynı zamanda çok naif, çocukça bir şey. Hani çocuklar küçük oyuncaklarıyla oynarken onlarla aynı ölçekte olduklarını düşünürler ve bir an için gerçek dünyadan uzaklaşırlar ya, onun gibi. O anlamda işin ölçeği insanı bulunduğu gerçeklikten uzaklaştırmaya yarayan bir geçiş aracı bence.

Önceki işlerimin büyük bir kısmı elbette galeri mekanı için tasarlanmıştı; o yüzden onların ölçekleri farklı. Daha önce animasyon karakterleri ve diğer tasarımlar da yaptım; mesela onlar da galeri işlerinden çok farklılar. Çünkü bulundukları mecra itibarıyla bambaşka bir yapıyı hak ediyorlardı.

Cappadox için ürettiğim işler ise büyük arazide olmalarına rağmen fotoğraflarda sanki benim kağıt işlerim gibi görünüyorlar. Bu elbette bilinçli bir tercih, çünkü neresi için yaptığını önceden biliyorsun. Zira kışın Kapadokya’ya gittiğimizde mekanın fotoğraflarını çekip o fotoğrafların üstüne beyaz kalemlerle çizerek planlamıştım her şeyi ve o yöntem de işin kendisine yansıyor tabii.

Galiba özetle genel durumum şu; iş ne olursa olsun, medyumu ne olursa olsun, konuştuğu kişiye değecek bir şeyler yapmaya çalışıyorum.

Peki kamusal alanda çalışmak nasıl bir deneyim oldu senin için?

Hem Cappadox’ta hem bu projede insanların tepkisiyle karşılaşmak çok harikaydı. Ben Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü mezunuyum. Üniversitedeyken, ’90'lı yıllarda, Fındıklı’da park sergileri olurdu; öğrenciler olarak sene sonunda parka iş yapardık. İnsanlar gelip kırarlardı heykelleri sonunda ama kırana kadar belki birkaç kişi gülümserdi, onu görmek için bile o heykeli yapardık.

Maalesef kamusal alanda sanat, heykel gibi bir kültürümüz yok. Toplum olarak bizim bildiğimiz tek şey anıt. Onun dışında çok nadir olarak kamusal alan projelerine tanık oluyoruz. Sanat pek çok şey gibi bir altyapı gerektirdiğinden bu tür projelerde, konuya tam olarak hakim olmadığını düşündüğün bir insan grubuna onları itmeden bir şey sunmak gerekiyor bana kalırsa. İnsanların bir şeye yaklaşabilme ihtimalini kıymetli buluyorum.

Kamusal alana iş yaparken daha anlaşılabilir, ulaşılabilir olma ihtiyacı doğuyor belki de.

Evet, her şeyin bir zamanı ve mesaisi var. Yanköşe’nin bulunduğu alanda daha önce reklam görselleri vardı. Benim çalışmam da reklamlar kalktıktan sonra gelen ilk iş. Yani insanların bu alanla, bu projeyle ilk tanışacağı iş. Altı ay sonra oradan kalktıktan sonra ikinci ne olacak diye bakacaklar. Bir beklenti ve alışkanlık yaratılmış olacak. Oraya belki de hiç bakmadan geçen insanların artık bakmalarına neden olacak bir refleks oturtmaya çalışıldığından albenisi olan bir iş yapmaktan çekinmedim.

Albeninin ötesinde senin tüm işlerinde hissedilen mizahi bir dil de var.

Ben bunu söylemekte bir sakınca görmüyorum: İşlerin mizahi yönlerinin olması bana çok iyi geliyor. Sanki en baştan iyi başlıyor gibi hissediyorum. Özellikle kamusal alana bir iş yapıyorsan, bence yapılmaması gereken tek şey insanlardan “Ben bu işlerden hiç anlamıyorum” cümlesini duymak. Bu şunun gibi; vahşi bir kediyi sevmek için üzerine koşmazsın, yavaşça yaklaşırsın ya da beklersin o sana doğru gelir. Ona o zamanı tanımak önemli. Herkesin o zamana ihtiyacı var bence.

Bu arada normalde epey minyatür ölçekli işler yaptığını konuştuk ama bu çalışma hiç de küçük değil, 17 metre yüksekliğinde ve iki çarpı yedi, 14 metre eninde. Yine de ezici bir iş olduğunu söylemek zor.

Evet, özellikle anıt heykellerinde hafif perspektifli yaparlar ki heykel olduğundan büyük görünsün, bakan insanı daha da ezsin diye. Bizim projedeki büyüklükse insanı oyuna davet ediyor. İnsanlar yakınlaşmak istiyorlar, orada park etmiş arabalar olsa dahi arabaların arasında girip bakıyor, fotoğraf çekiyorlar. Genelde büyük düzenlemelerde bir uzaklaşıp bakma hissi vardır, burada içine alan, saran bir his söz konusu.

O belki sesin de çağrısı?

Hem sesin hem renklerin hem de hafif maket hissinin verdiği bir şey. Diğer yandan ben normalde pek renk kullanan biri değilim işlerinde ama bu projede yaptım çünkü proje bunu istiyordu. Uzaktan da algılanabilir olması hakikaten güzel. Ve tabii şehir üzerinde oluşan gri ezberi bozan bir tat olması benim için önemliydi.

Zaten kamusal alandaki bu tür karşılaşmalar o yüzden önemli. Ezberimizi bozuyor, bize bir şey fark ettiriyor ve ritmimizden bir an da olsa koparıyor bizi. Ellerine sağlık ve çok teşekkürler!

PROJEYE DÖN